Friday, August 8, 2014

Zamanın Ruhunu Kaybettiği Yer


İyi bir fikirle karşılşma ihtimalin etrafını hangi samimiyetle(?) dinlediğine bağlıdır.


Tarih muhtemelen zamanından önce ortaya atılan çoğu fikrin harcandığı ve kıymetnin bilinmediği bir yığın olayla doludur. Elbette iyi bir fikirle karşılaştığını anlayabilmek de ayrı bir konu başlığı. 
"Nedir iyi bir fikir?!"sorusunu sorduruyor ve haklı olarak herkesin cevabını aradığı asıl soru buymuş gibi davranmasına yol açıyor. 

Her şeyde olduğu gibi popüler kültür insanı, iyi bir fikir duymakla ilgili de koşullandırılmış, kodlanmış davranışlarla hareket ediyor.  Iyi bir fikir duymakla ilgili kulak kabarttığı kişiler ve hatta meslek gruplarını önceden tanımlanmış alanlardan seçiyor ve rahat ediyor.

Bazı fikirler zamanının önünde olmasının cefasını çeker bazıları ise sefasını sürer. 
İçinden geçtiğimiz dönem, zamanının önünde fikirler sunmak için en ideal dönem. Ancak bazen içinde bulunulan coğrafya ve bazı başka dinamikler bu durumun zamanın ruhuna göre değil de bizim gibi coğrafyalarda kişi ve grupların ruhuna göre aktığı bir tezatın resmini çizer.  
Bu durum karşısında,  özgüven eksikliklerimiz, etrafta kabul gören davranışlar ekseninde kendini kamufle etmeye devam ettiğinden veya ‘su yolunu bulur’ gibi söylemlerde teselli arandığından zamanın ruhu yanı başımızdan akıp gider.

Bu kamuflaj durumunun en bariz göstergesi karar alamamak veya çoğu zaman ne istediğini bilmemek olarak karşımıza çıkar. 

Bu durum ilk bakışta ‘_e nesi yanlış bunun’ dedirtebilecek nitelikte. Bu bizim coğrafyamız için yeni bir durum değil ki dedirtiyor. 

Zaten sorun da bu, yeni bir şeye ihtiyacımız var! Ve bu yeni şey; çok acayip yeni fikirlerden ziyade, etrafını samimiyetle dinleyen, yeniliğe müsamaha gösteren değil onu arayan bir aklı gerektiriyor.  







Çok Hesaplı!



Mevcut mantık Türkiye”de ‘cost effective’ (hesaplı) konusunu bence şöyle anlıyor:

Yapılan işin tüm maliyetleri çok düşük olmalı, ama aynı zamanda çok yaratıcı olmalı ve ‘vay be!’ dedirtmeli.

Ancak hızlı üretilebilir yaratıcı çözümlerden elde edilen başarıyı getiren yaratıcı fikrin değeri ile ilgili olarak genellikle yaklaşım: “3 kuruşa üretilen projenin yaratıcı fikrine bu kadar para ödenir mi?!” seviyesinde kalıyor.
Bu seviyede bir iş yapma anlayışı ile hareket eden bir pazarlama ve reklam sektörünün günün sonunda çakma fikirlere prim veren bir yer haline geliyor olması elbette şaşırtıcı olmamalı.

Bu durumun en büyük sorumlusu bence reklam sektörün kendisi. Sermayesi, dinamosu, itici gücü ve varlık sebebi fikir olan bir sektörün, bu kavramı, yapım ve medya gerçeklerine kurban ederek, sadece romantik söylemlerde yaşatmasının kaçınılmaz sonucunu deneyimliyoruz.

Orijianllik ve yaratıcılıkta bir yurt dışı kadar olamadınız demesini iyi bilen reklamveren ise, maalesef sürekli olarak iğneyi de çuvaldızı da başkalarına saplamaktan zerre kadar cekince duymamakta. Bu satırları okuyup burun kıvıran veya daha az evvel hakkını afiyelte yedikleri bir grup insanın fikri üstünden, işini oldukça ucuza mal etmis olmanın sevinci içinde olanların, belki de tatlı sevinçlerini kursaklarına dizmiş olabilir bu satırlar. Bu arada ahlaki açıdan rahatsız olmaktan çok, sinirlenerek çemkirdiklerinden de eminim.


Birbirimizi sanki hiç tanımıyormuşuz gibi yapmayı seven ve sonra da samimiyet gibi hiç ağıza alınmayacak kavramlar üzerinden retorik üretenlere hitap olunur.

Tuesday, June 17, 2014

Özgün yaratım ve fikir hırsızlığı üzerine çeşitli tespitler


Bugün yaratıcılık, esinlenme ve fikir hırsızlığı arasındaki ince çizgilere değineceğiz.

Yapılmış herhangi bir işin bir diğerine benzememesi düşünülemez. Bu ayrıcalığa sahip çok az iş vardır denebilir hatta.  Bu bağlamda esinlenme, size yeni kapılar açan şeylerin işinize yansıması olarak düşünülebilir. Ama çıkan işin ilkinin açtığı yoldan yaratılmış yeni bir şey olması gerekir.
Örn. The Hidden Fortress vs Star Wars: A New Hope

Bu şekilde gelişen benzerliklere esinlenme, çıkan işe de halen orjinal diyebiliriz. Çünkü yapan başka bir şeye dönüştürmüştür esintiyi.  Ama bu esinlenme özgürlüğü, ‘standing on the shoulders of giants’ falan; ‘gönlünce çal kardeşim’ demek değildir. Bu hem sizinle aynı işi yapanlara hem de omzunda durduklarınıza hakarettir. Eğer yaptığınız şey öncülünü daha ileri taşımıyor ama kendisini korkunç derecede andırıyorsa büyük ihtimalle çalıntı’dır.

Diğer sektörlerden farklı olarak, reklamcılar ‘yaratıcılık’ satarlar; farklılık, kimseye benzemezlik...yoksa adam kendi de yapar reklamını. Reklamcının olayı, o şeyi hiç kimsenin anlatmadığı gibi, ‘yaratıcı’ bir biçimde anlatmaktır. 

Türkiye, gavurellerden gelen şeyleri sonradan keşfeden ülkelerden biri olmuştur yıllarca. Reklamcılığımız da bu şekildedir. Ama internetin hayatlarımıza girişi bir kilometre taşıdır. Her şeyin aynı anda görülmeye başlanmasının başlangıcıdır zira. Bu da demektir ki sizin bulduğunuz şeyi aynı anda başkaları da bulabilir. Çalarsanız farkedebilir.

Tabii ki aynı tarz düşünce yollarına girip benzer fikirler üretebilirsiniz, insanlık halidir, olur. Aklın yolu bir olabilir. Buna benzer tatsız durumlar, işi özgün üretim olan her insanın başına gelmiştir, gelmektedir, gelecektir.

Ama bunu bir alışkanlığa dönüştürdüğünüzde; çakıp geçmeyi hayat biçimine çevirdiğinizde bu başka bir durumdur ve fark edilir.

Sizden güçlü birileri size ‘çak geç’ bile dese, o kopyalama eylemini yapan sizseniz, bunun suçlusu da sizsinizdir.  Kendinizi nasıl avutursanız avutun, yaptığınız iş çalıntıdır. Yaptığınız işin parasını aslında başka birileri hak etmektedir. Dimitri’nin işiyle kazandığınız para ve ödül de sizi bir yere kadar götürür, ki orası da pek parlak bir yer değildir.

“Artık kalmadı öyle şey, herkes birbirinin işini yapıyor yeaaa” tarzı bir ortamdaysanız da körlerle sağırlar birbirini ağırlıyor demektir. Tüm yaratıcılık okazyonlarını takip ettiği halde gördüğü şeyleri kopyalamaktan başka çıkış bulamayan insanın hali üzücüdür.

Hırsızlık, kılıfı bulununca herkesin hayatını kolaylaştıran bir aktiviteye döner...bir süre sonra normalleşir bile, yapmamak enayilik olur. Ne yazık ki böyle bir durumda tek ayrım kriteri ahlakidir. “işler böyle yürüyo ama :(“ ile “bu ne lan?!” arasında sadece ahlak durmaktadır.

Bizim mesleğin “simit sat onurlu yaşa” çatalı da burada açılır zaten.

Tiksindiğimiz insanlardan bazen ne kadar az farkımız kaldığının sağlamasını bu tür konulara verdiğimiz tepkilerle de ölçebiliriz. Halbuki ortak tepkimiz, bizim için olmasa da; üreten ve ürettiğiyle gurur duyan bir başka neslin ortaya çıkmasına hizmet edebilir. Tepki vermeden yola devam edersek de, böyle gelmiş olan böyle gider…işlerin doğası böyle olduğu için değil, biz böyle tercih ettiğimiz için.

Ha diyeceksiniz ki, “lan altı üstü reklam amma uzattın?!”

Haklısınız….ama cevap anahtarımızı, içinden reklam kelimesini çıkarıp diğer yaratıcı disiplinler için de kullanabilirsiniz.



Sunday, June 15, 2014

Risk almadan başarılı olmanın yolları 01

Bugün ne kadar ekmek, o kadar köfte meselelerini irdeleyeceğiz.

Pazarlamayı biraz poker gibi düşünebiliriz. satranç gibi değil ama.

Düşünün, hiç risk almayan bir oyuncunun, eline zaten olağanüstü bir el gelmezse herhangi bir oyunu kazanma şansı var mıdır? hayır...tüm bu oyuncular riskten korkmayan çılgınlar tarafından öğütülürler...pazarlama dünyası da böyledir....hatta daha bile fenadır...çünkü ilk turda bir el dağıtılır ve siz her elde aynı kartlarla oynarsınız(ürünlerinizle yani)...bu acımasız oyunda kendi kendine pazarlamacılık oynayan insanlar durdukları yerde sayarken risk alanlar global ölçekte sözü dinlenen bireylere, kurumlara dönüşürler.

Eğer herkesin kullandığı araçları kullanırsanız, hiç kimsenin gitmediği bir yere ilk olarak ulaşabilir misiniz...?

Risk almazsanız her zaman keşfedilmiş topraklarda gezip sadece ve sadece taklitçi olacaksınız.
Uzun uzun düşünüp hata yapmamak sizi yalnızca aşağı düşmekten korurken, risk almak ummadığınız engelleri bile aşmanızı sağlayacak potansiyele sahiptir.

Yeter ki yeniye açık olun, korkmadan deneyin.

Saturday, April 19, 2014

Reklamımda her şey var ama satışlarım artmıyor.

Eskiden reklamın fonksiyonu "ben burdayım" demekti. zaten az seçenekli bir ortamda yeni çıktığı duyulan ürünler potansiyel müşteriler tarafından denenir, sonunda da ya beğenilip tüketilmeye devam eder, ya da jill çorapları gibi patlayıverirdi. tabii böyle bir ortamda neredeyse tüm reklamlar başarılı oluyordu, zira halkımız açık öğretim izleme dikkatiyle reklama maruz kalabiliyordu.

Ancak bugün sayısız kanal var, kablo, uydu, pay on demand vb.'leri artık her an istediğiniz her türlü içeriğe ulaşmanızı mümkün kılıyor. bu çok seçeneklilik de beraberinde reklam filminin daha az görünmesi sonucunu getiriyor.

Örneğin eskiden trt 1'de yayınlanan bir reklam televizyon izleyen bütün seyirciler tarafından görülüyordu...akıllı bir medya planlamacıya bile ihtiyacımız yoktu o günlerde...bugünse müşterilerinize filminizi gösterebilmek için onlarca kanalla birden anlaşıp inanılmaz bütçeler altına girmek zorunda kalıyorsunuz...üstelik tüketicinizin reklamınızı anlayabilmesi için en az 3 kez görmesi gerektiğinden bu yakalama aktivitesini bir çok kez yeniden gerçekleştirmek zorunda kalıyorsunuz(ve pek de başaramıyorsunuz üstelik)

Yani, artık tüketici daha düşük şansla filminizi görüyor....kabaca düşünürsek bugünün tüketicisi daha fazla sayıda reklama daha az tekrarla maruz kalıyor. bir iletişim yağmuru altında yaşıyor kısacası.

Şimdi durum böyleyken....tüketici günde 600'e yakın markaya maruz kalırken, zorla maruz bırakmanın ötesine nasıl geçeceksiniz? ne yapacaksınız ki tüketici yarın da sizi hatırlayıp ürününüzü satın alsın...?

Yılda 1 ya da 2 reklam yapıyorsanız daha da fena, zira o zaman o reklam filmi dünyanın en önemli meselesi haline geliyor...aslında düşünülünce tüm pazarlama pastasında televizyondan çok daha etkin kullanılabilecek öğeler var markasına göre...ama biz TV ülkesiyiz. bizim için televizyonda olmak gururumuzdan falan daha değerli...içerik? İçerik önemli değil. Yeter ki bi reklam filmi olsun, içinde de ürünümüzün en az 2-3 özelliğinden bahsedip sağlam bir demo görelim, bize yeter.

Şimdi, tabii ki film sizin, tabii ki bu film çok özel ama bu filmi düşünürken filmin ait olduğu şirketin yöneticisinin değil, onu mayışık halde kanepesinden izleyen adamın perspektifinden bakmalısınız. O adam bunca reklamın, ürünün arasından neden sizinkini hatırlayıp alsın? deterjanınızın kim bilir kaçıncı kez yeniden geliştirilen 12si bir arada özelliği neden ilgisini çeksin? Daha önce 54 farklı reklamda izlediği emici kağıt demosundan neden etkilensin? yıllardır binlerce marka tarafından söylenen mesajların yeni bir kopyasına neden prim versin?

Vermez...ilgilenmez...almaz....
Siz de çöp reklamlara bir yenisini daha eklemiş olursunuz.

Zannediyor musunuz ki herhangi bir marka kendisi için kötü olan bir film yapmak için yola çıksın? "Kötü bi film yapalım da şanımız yürüsün" diyen insanlar olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz...hepsi iyi niyetli, başarılı olmak isteyen markalar tarafından yüzlerce sayfa araştırma okunarak, fokus gruplar yapılarak, bir bilenlere sorularak hazırlanıyor...sonuç? Hüsran....ertesi yıl yine....ertesi yıl yine...

Yeni şeyler denenmeye başlamadıkça, fikir hakettiği değere kavuşmadıkça, gönüllü maruz kalmanın dinamikleri anlaşılmadıkça da bu böyle devam edecektir.


Hepimize kolay gelsin.

Friday, April 11, 2014

biz vazgeçmiyoruz ya da bla bla bla.

her şey, herkes bize 'olmaz' diyor.

başkanlar, dedeler, ustalar, duayenler, dostlar, rakipler, hocalar,
eski yeni düşmanlar...
bize neden olmayacağını anlatmakla uğraşıyorlar başından beri.
neden olanın olduğu gibi kalması gerektiğini,
neden doğanın güçleriyle baş edemeyeceğimizi, 
neden sadece önümüze bakmak zorunda olduğumuzu
bıkmadan usanmadan anlatıyorlar.

ama biz anlamıyoruz.

vazgeçmiyoruz.

ola ki sonu buysa,

yok olacağımızı bile bile yürüyoruz.